Merhabalar,
En son Duygu kardeşimin kitabı üzerine sohbet etmişiz. İş yoğunluğum, planlı plansız seyahatlerim ve şu anda yaptığım gibi sığındığım mazeretler beni bu ortamdan koparmış biraz. Arayı daha fazla açmamak adına Anne Bebek Dergisinin Mart Sayısı için hazırlamış olduğum öyküyü sizlerle de paylaşmak istedim. Anne çocuk ilişkisinden ziyade baba-oğul sohbetini öncelleyen yazımda derginin ezberini biraz bozmuş olabilirim. İyi okumalar dilerim.
A TAKIMI
On üç yaşındaki oğlumla Afyonkarahisar’dan İstanbul’a doğru seyahat ediyorduk. Üstelik bu seyahati yeni otomobilimizle, baba-oğul baş başa yapıyorduk. Uzun uzun arabanın özellikleri üzerine konuştuktan sonra konu futbola geldi. Söz konusu futbolsa konuşacak çok şey vardı. Daha düne kadar elinden tutup parka götürdüğüm çocuğumla erkek sohbeti yapıyor olmanın tadı da bir başkaydı. O sırada oğlumu, arkadaşı Görkem aradı. Görkem ismini duyunca “Tamam!” dedim. “Evrenden gelen mesaj gayet açıktı!” “Görkem, futbol, arabalar…” Anlatmam gereken çocukluk hatıramın anahtar kelimeleriydi bunlar.
Oğlum telefonu kapattığında mola yerine yaklaşmak üzereydik. Beni, dünümü, bugünümü hevesle dinleyen bu genç adam, güzel bir yemeği ve ona eşlik edecek özel bir anıyı hak ediyordu. Ellerimizi yıkadıktan sonra cam kenarındaki iki kişilik masaya oturduk. Siparişlerimizi verir vermez hafızamı zorlayıp eski günlere daldım. Anlatacaklarım dilimin ucuna geldiğinde sadık dinleyicimin masum gözlerine odaklanarak anlatmaya başladım:
A Takımı’ydık biz. Her koşulda birbirine destek olan, kırık kolu yen içinde
saklayan, birlikte coşup birlikte koşan küçük çocuklardık. Ekip ruhunun,
dostluğun ne demek olduğunu top peşinde koşarken öğrenmiştik. İki kırık tuğla
arası çift kale maç yaptığımız o yıllarda ne düzgün bir sahamız ne de kaliteli
bir futbol topumuz vardı. Açlığımızı salçalı ekmekle sokakta yatıştırır,
kanayan dizimizi üflediğimiz nefesle uyuşturur, terden ıslanan fanilamızı
üzerimizde kuruturduk. Buna rağmen hiçbir şeyden şikâyetçi olmazdık. Yetenek
olarak en geride olsa da yaşça ve ebatça en büyüğümüz olan Hakan’ın, kendisini
takım kaptanı ilan etmesine de takılmamıştık. Zaman zaman aldığı yanlış
kararlara rağmen onu her zaman sevip saymıştık. Takım olmak, birlik olmak zaten
böyle bir şey değil miydi? Hücumda Mustafa, orta sahada Kerim, savunmada Murat
ve kalede bendeniz Yalçın, takımın efsane isimlerindendik. Mahallenin kızları
yanımızdan geçerken göz ucuyla da olsa bize bakacak olduklarında daha bir coşar
harika pozisyonlar yaratırdık. Aynı sebepten gol yediğimiz de olurdu elbet.
O yaz, mahallemize yeni taşınan Görkem’i ön eleme sınavına tabi tutmadan takıma
alma fikri kaptanımız Hakan’a aitti. Bu kabulde Görkem’in profesyonel bir
futbol topuna sahip olmasının etkisi büyüktü. Oysa Görkem tek bir maçta bile
topu kadar değer katamamıştı takıma. Dahası her hareketi fauldü. Oyun sırasında
çokça mızıkçılık yapıyor, zor durumda kaldığında yere yatıp sakatlanmış gibi
ağlıyor ya da rakibine çelme takarak kendini komik durumlara düşürüyordu.
Çoğunu görmezden gelmeye çalışsak da bu şımarık ve kural tanımaz halleri
hepimizi bezdirmişti. Topundan mahrum kalmak pahasına onu oyun dışı bırakmak
zorunda kaldık. Görkem ise karalar bağlamak yerine rakip takımda kendine yer
bulmuştu bile. Ah o topu yok muydu o topu! O sihirli küre, ona her yerde kabul
alan altın bir sertifika gibiydi. Hepimiz yeni takımında ne kadar barınacağına
dair iddiaya girmiştik. Final maçına sudan sebeplerle katılamayacağını son
dakika bildirdiğinde film tamamen kopmuştu. Esas üzüntü; maçlara kendisinin
gelmemesinden ziyade topunun teşrif edememesiydi. Velhasıl sürekli kırmızı kart
yiyerek takımını zor durumda bırakan, gittiği yerin kimyasını bozan, hırslarını
dostluğun önüne koyan, uyumsuz biri olarak ilan edilmişti Görkem ve artık
büsbütün saf dışıydı.
Oyuna doymak bilmediğimiz, sorumluluklarımızın derslerimizden, zaman zaman da
küçük bazı ev işlerinden ibaret olduğu o güzel yıllar çabuk geçti. Ailelerimiz,
gelecek kaygısıyla bizi futboldan uzaklaştırdığında, hayat her birimize yeni
yeni roller biçti. Çoğumuz memleketin farklı yerlerine dağıldık ve iş hayatına
atıldık. Kerim Edebiyat Öğretmeni, Mustafa Küçük Esnaf, Murat Nikâh Memuru,
Hakan da Ziraat Mühendisi oldu. Ben ise çocukluk hayalim olan veterinerlik
mesleğini aynı şehirde yürütüyor, bir yandan da üniversitede doktora yapıyordum.
Eski günleri yâd etmek üzere her yılın üçüncü ayının üçüncü günü memleketimiz olan Afyonkarahisar’da toplanmaya başladık. Tekrarlanan üç sayısı Afyon ilinin plaka numarasını taltif etmek üzere Hakan’ın fikri olarak ortaya atılmış ve hepimizden yıldızlı onay almıştı. Afyon’da ikamet eden Görkem, bu toplantıdan elbette habersizdi. Fakat nasıl olmuşsa bir buluşmamıza tesadüfen denk gelmiş, buyur etmediğimiz halde masamıza oturmuştu. Beni, şişe dibini andıran kalın gözlük camlarımla; Kerim’i dökülen saçlarıyla; Hakan’ı aldığı kilolarla; Murat’ı da müzmin bekârlığıyla diline dolamış; her zamanki ukalalığı ve boşboğazlığıyla ortamın havasını bozmuştu. Ayrıca bıktırıncaya kadar babasının ona açtığı oto galeriden bahsetmişti. Araba alım satımıyla elde ettiği yıllık cirodan, vergi rekortmenliğinden, katıldığı yurtdışı fuarlardan dem vururken, monoloğa dönüşen bu konuşmadan; ortak döndürdüğümüz muhabbetimize nezaketsizce ağırlığını koymasından aşırı derecede sıkılmıştık.
Çocukluğunda nasılsa
yetişkinliğinde de aynıydı işte. O zamanlar topuyla hava atarken şimdi de sahip
olduğu arabalarıyla, olmayan göbeği, dökülmeyen saçı, kurduğu harika yuvasıyla
hava atıyordu bizlere. Masadan kalkarken maddi durumu en iyi olan arkadaşımız
olmasına rağmen ortaklaşa ödediğimiz hesapta kendi payına düşen kısmı
sormamıştı bile. Onun yerine “Bir sonraki buluşmaya hepiniz özel davetlimsiniz.
Organizasyonu yapar yapmaz sizi arayacağım” demiş ve çekip gitmişti. Onun böyle
bir şeye kalkışacağına pek ihtimal vermezken bizi şaşırttı Görkem. Bir yıl
sonraki bulaşmadan bir hafta önce Hakan’ı arayarak ‘Afyon’un en lüks
restoranından altı kişilik yer ayırttığını, herkesi davet ettiğini, katiyen
mazeret kabul etmediğini’ bildirdi. Bunun üzerine 'davete icabet etmek gerekir' düşüncesiyle “peki” dedik.
Günü geldiğinde, uzaktan gelenler de dâhil olmak üzere beşer dakika arayla
masanın etrafında toplanmıştık. Herkes giysi dolaplarındaki en şık kıyafetleri
giyinmiş gibiydi. Kalabalıklaştığımızı gören garson gelip gitmeye, ‘Servise
başlayalım mı?’ diye sormaya başladı. Ama Görkem ortalarda yoktu. On dakika
bekledikten sonra telefon etti Hakan fakat cebi kapalıydı. Yarım saat, kırk beş
dakika derken bir saat geçti, cep telefonu hala kapalıydı. En nihayetinde
servisi başlatmak zorunda kaldık. Bize göre ortada verilmiş bir söz varsa
gereği yapılmalıydı. Gerçek dostluk bunu gerektirirdi. Oysa Görkem, arayıp
bilgilendirme zahmetine katlanmadığı gibi telefonunu da tamamen kapatmıştı. Ne
olup bittiğini bilemiyor, o saatten sonra da öğrenmek istemiyorduk.
Ayağımızı yorganımıza göre uzatmadığımız o gece, çok yüklü bir hesap ödemek
zorunda kaldık. Yıllar sonra Görkem, gol üzerine gol atmıştı bize. Sahada
yapamadıklarının bir başka türlüsüydü; hayat golüydü bunlar. Üstelik oyun
değil gerçekti ve tadı da çok buruktu. Günler sonra Hakan’ın öğrendiğine göre
Görkem o gece bayi toplantısı için şehir dışındaymış. Bu ani gelişmeden Hakan’ı
haberdar etmesi için sekreterine not bırakmış. Bilgilendirilmemiş olmamıza ise
çok şaşırmış… Sekreterini öne sürerek yaptığı bu açıklamaya hiçbirimiz
inanmamıştık. Anladığımız şuydu ki Görkem’in ilişkileri alış-veriş hesabına
dayalıydı. Hiçbirimiz onun sattığı ultra-lüks otomobilleri alacak durumda
değildik. Bunu geçen yıl bizimle aynı masada otururken öğrenmişti. Öyleyse bize
bu tezgâhı neden kurmuştu? Büyük ihtimalle yediği gollerin, gördüğü kırmızı
kartların, saf dışı edilişlerinin intikamını almak istemişti. Bunu başardığını
zannederken bir kez daha kaybetmişti oysa.
Görkem’le bir daha aynı milimetrekarede bile olmam derken bir gün yeni açtığım
klinikte, beni beklerken buldum onu. Çok sevdiği köpeği Racon hastalanmıştı.
Muayeneden sonra anladım ki Racon, bazı aşıları ihmal edildiği için bulaşıcı
bir hastalık kapmıştı. Ona uzun soluklu bir tedavi uyguladım. İlaçlara yavaş da
olsa cevap verdi ve eski sağlığına kavuştu.
Tedavi sürecinde her defasında dilimin ucuna gelse de eski mevzulara
giremedim. ‘Salçalı ekmeğini, soğuk suyunu; susamlı akide şekerini,
kaymaklı lokumunu hepsinden de önemlisi arkadaşlığını, dostluğunu seninle
paylaşan A Takımı’na bunu nasıl yaptın?’ diyemedim. ‘Kendi
organizasyonuna neden gelmediğini, bizleri neden bizzat bilgilendirmediğini,
daha açık bir ifadeyle bize neden böyle bir oyun oynama gereği hissettiğini’
sormadım. Neticede cevabını bildiğim sorulardı ve onun yalandan yere
anlatacaklarını dinleyecek vaktim yoktu. Bu konudaki ilgisiz tavrım ona
verilmiş en güzel cevaptı. Yıllar yılı içinde büyüttüğü kin ve intikam duygusu
ise en ağır ceza olmalıydı. Keşke kendini, yapamadıklarına, yetemediklerine
rağmen sevebilseydi, belki o zaman bizi de sevebilirdi.
Son ziyaretlerinde, klinikten çıkarken yüzüme bakarak bol bol havladı Racon.
Dostane bir teşekkür havlamasına pek benzemiyordu. Borçlu hissettiği için egolu
sözler sarf etmekten bu seferlik imtina eden sahibinin bıraktığı boşluğu
doldurmak ister gibiydi. Bir canlı, hem ismiyle hem de sahibiyle bu kadar mı
özdeşleşebilirdi… Onları uğurlarken yüzüme çemkiren hastama “Eyvallah Racon”
dedim. “Bundan sonra önümüzdeki maçlara bakacağız artık. Aşıya da bekleriz!”
O an oğlumun yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. Onun, bu yaşanmışlıktan çıkarması gereken dersleri çıkardığına emindim. Fakat babalık içgüdüsüyle pekiştirme yapmadan edemedim: “İşte böyle evlat” dedim: “Kontrolsüz öfke, yakıcı hırs, kin ve intikam duyguları insana her zaman zarar verir; insanı dostsuz bırakır. Kişiler, yediği ya da attığı gollerin sayısına göre değil baştan sona oyunu nasıl oynadıklarına göre değerlendirilir. Bu değerlendirmede sınıfı geçenler hem oyun sahasında hem de gerçek yaşamlarında A Takımı’nın doğal üyesidir.” Sözlerim sona erdiğinde işaret parmağını ikimizin arasında ileri geri gezdirerek “İki kişilik özel takımlar da olur mu baba?” diye sordu çocuğum. Ben de “Oldu bile evlat
” dedim. “Oldu bile…”
Bunca zaman beklemeye değen bir öyküydü Sevgili Yıldız, eline sağlık. Çok beğendim yazını <3
YanıtlaSilSevgili Momentos, çok çok teşekkür ederim. Beğenmene gerçekten sevindim. Ne zaman istersen, harika içerikler ürettiğin o güzel radyonda seslendirebilirsin. Bundan ancak mutluluk duyarım. En derin sevgi ve selamlarımla :))
Silsonu da tatlı bitti. görkem gibiler vardır herhalde. kendilerini biraz üstün görüp çevresine biraz üstten bakarlar sanırım, patron gibi olurlar :)
YanıtlaSilSevgili Deep, bu uzun yazıyı sabırla okuduğun için çok teşekkürler. Sevgiler 🤗🌺
SilCok güzel bir anı hikaye. Oğlum Ada da çok severek dinler eski anılarımızı abisi kendi bildiğini okurken o bizim yaşadıklarımızdan ders almayı biliyor neyse ki 🤣
YanıtlaSilNe güzel👍😊. Sevgiler selamlar hepinize güzel aile. Şimdiden mutlu bayramlar 😊🌺🤚
SilYıldız Hanım, hoş geldiniz ama ne geliş...Tüm övgüleri hak eden bu yazınız için ne desem, bilemedim. Babalar Günü'ne ithafen yazdığınız yazıyı hâlâ hatırlarım. Bu etkileyici yazınız da unutulmayacaklar arasına girecektir kanımca. Keşke daha uzun olsaydı, tadı damağımda kaldı dediğim bile oldu. :)
YanıtlaSilCan-ı gönülden tebrik ediyorum sizi. Naçizane fikrim, arayı açmamanız, keyifle okunan yazılarınızı bizimle paylaşmanızdır.
İyi bayramlar diliyorum size. Nice mutlu bayramlarınız olsun.❤️
Sevgili Nazlı Hanım, böyle motive edici yorumlar, blog dünyasına bağlanma sebeplerimin en önemlilerinden. Havanda su dövmediğimin ispatı oluyor . Bana güç veriyor. O yüzden güzel sözleriniz için gerçekten çok teşekkür ederim. Eksik olmayın. Ben de sizin ve ailenizin bayramını en içten dileklerimle kutluyorum. Sevgi ve selamlarımla 🥰🤗🌺🤚
SilMerhabalar.
YanıtlaSilHer toplulukta "Görkem" gibiler eksik olmaz. (A TAKIMI) Hikayeyi okuyunca çocukluğuma gittim. Belki de ben şanslıydım. Bizim grubumuzda, topluluğumuzda hiç "Görkem" gibi biri olmadı. İnsanın, kendine ve çevresine zarar veren duygu ve davranışlardan uzak durması gerekiyor.
Çok güzel bir hikaye okuduğumu söyleyebilirim. Kaleminize, emeğinize ve gönlünüze sağlıklar dilerim.
Selam ve saygılarımla.
:))) Şanslıymışsınız. Zaman ayırdığınız için, güzel yorumunuz için asıl ben teşekkür ederim, kıymetli Recep Bey. Selamlarımla :))
SilNe güzel bir hikaye, kaleminize sağlık:)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim 😊🤚
SilAh o topun sahibi Görkemler! Anadolu'da her köyde vardı onlardan bir tane. Beni o yıllara götürün, söz, Görkem'e katlanacağım. :)
YanıtlaSil: ))) Güzel yorumunuz için çok teşekkürler😊🤚
SilÖykünüzü beğeniyle okudum. Ders verici bu öyküyü keşke ders alması gerekenler okusa. Yaygınlaştırmak için üyesi olduğum sitelere de yollayacağım. Elinize sağlık.
YanıtlaSilNe güzel düşünmüşsünüz. Çok teşekkür ederim. Sağ olun. 🙏😊🤚
Sil