Güzel bir kitap mimi ile karşınızdayım. Beni
bu güzel etkinliğe davet eden sevgili Farklı Diyarlar’a (Hilalciğime) teşekkür ederek hemen sorulara geçiyorum.
1.Tekrar
tekrar okumak istediğiniz kitabın adı nedir?
Klasiklerin her biri tekrar tekrar okunmaya değer aslında. Ama
okunacak o kadar çok kitap var ki ömür yetmez. Oyumu yerli yazarlarımızdan yana
kullanmayı yeğlerim ve aşağıdaki kitapları tekrar okumak isterim.
Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar.
İnce Memed – Yaşar Kemal
Çalıkuşu – Reşat Nuri Güntekin
2.Konusuyla
sizi içine çekmiş bir kitabı bitirdikten sonra yazara olan
övgünüzü/hayranlığınızı nasıl gösterirsiniz?
Kitaba başlarken önsözleri mutlaka okurum. Çok etkilenmişsem o
yazar hakkında internette okumalar yaparım. Daha detaylı blogumda, kapak bilgisi olarak ise instagram sayfamda bahsederim. Yazarın söyleşilerini, röportajlarını, varsa video kayıtlarını dinlemeye gayret ederim. Etrafımdaki insanlara öneririm.
3.Unutamadığınız
sizde iz bırakan kitap karakteri/karakterleri?
Huzur - Mümtaz
İnce Memed - Yaşar Kemal – İnce Memed
Kürk Mantolu Madonna – Raif Efendi, Rasim
Kuyucaklı Yusuf – Yusuf
Çalıkuşu – Feride
Yaprak Dökümü – Ferhunde Hanım
Anna Karenina - Anna Karenina
Don Kişot - Don Kişot
Madam Bovary - Emma Bovary
4.Okurken
kendinizi üzgün, hüzünlü ve ağlarken bulduğunuz bir kitap var mı?
Okurken ağladığım kitaplar elbette oluyor. En son Rahime Yazıcı’nın ilgiyle okuduğum ”Her Şey Bir
Elma İle Başladı” kitabının son sayfalarını okurken ağladım.
Çizgili Pijamalı Çocuk, Uçurtma Avcısı, Serenad, Vurun Kahpeye,
Aşk-ı Memnu, Acımak, Kızım Olmadan Asla ağladığımı unutmadığım aklıma gelen ilk
kitaplardan.
5.Çocukken
okuduğunuz sizi etkileyen fakat konusunu silik olarak hatırladığınız bir kitap
var mı?
Çocukken ilkokul öğretmenimiz her yaz tatilinde beş tane hikâye
kitabı okumamızı ve özetini çıkarmamızı isterdi. O zamanlar çok büyük bir yük
ve külfet olarak addettiğim bu ödevin bugüne geldiğimizde bana çok şey
kattığını görüyorum.
O yıllarda Ömer Seyfettin "Kaşağı" kitabı, "Güliver’in
Maceraları", "Alice Harikalar Ülkesinde" ve içinde farklı pek çok masal barındıran "Altın Masallar" kitabı unutamadıklarım arasında. O yaşlarda masal kitaplarını
çok seviyordum. Hatta Altın Masallar’ı üç kez okumuştum. Geçenlerde ilkokula
giden oğlumla konuşurken konu bu kitaba geldi. Ona bu kitabı çok severek okuduğumu
söyleyince merak etti. Sipariş ettim, ikimiz de dört gözle bekliyoruz. Bakalım hangimiz daha önce okuyacak :))
Keyifle yaptığım bu mime dileyen herkes davetlimdir.
Bu haftaki sihirli kelimeleri sevgili Bonheur belirlemiş: kedi, film, keman, hasret, ağaç. Kendisine teşekkür ederek
öykümü bırakıyorum hemen. İyi okumalar, sağlıklı, mutlu yıllar dilerim.
SESSİZ NAĞMELER
Kemanımı usulca kılıfına koyup sahneden aşağıya
indim. Orkestra şefinin ağzından köpükler saça saça sarf ettiği sözler, ithamlar, pamuk ipliğine bağlı hevesimi tümden kaçırmaya yetmişti. Haksız da sayılmazdı. İki hafta sonra Anadolu
turnesine çıkacaktık ve eserlerin üzerinden bir kez bile tam kadro geçememiştik.
Assolistimiz nam-ı diğer Neriman Hoşses ve ona platonik bir aşkla bağlı olan kemancısı bendeniz Serbülent
Sağsöz, çoğu Türk filminde bilinegelen geleneği bozmamış, rolümüz ne gerektiriyorsa
onu yapmıştık; ben körkütük âşık kemancı, o görmezden gelen şarkıcı.
Provalara iştirak etmediği gibi arayıp mazeret bildirme zahmetine bile katlanmayan Neriman’a herkes kızsa da ben asla kızamazdım. Her türlü nazına, kaprisine göz yumardım. Haklı olduğum konularda bile münakaşaya girmez, gönül koymazdım. Kabahatli olsa dahi her ortamda ağzım dolu dolu savunurdum onu, tıpkı az önce yaptığım gibi.
Son günlerde biraz rahatsız, biraz keyifsiz sanki. Benden başka arayıp soranı da yok. Gün boyu numarasını her tuşladığımda telesekreterin mekanik sesinden “aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor” mesajını dinledim. Peşi sıra gelen “lütfen daha sonra tekrar arayınız’ı, “lütfen
gidip kontrol ediniz” olarak algılamaya başladığımda ise dayanamayıp evine gittim.
Beni, üzerinde pembe sabahlığı, elinde kavanoz irisi
çay kupası, ayağının dibinde emektar kedisi ve nahoş bir yüz ifadesi ile karşıladı. Şaşırmıştı. Sanki başka birini bekliyormuş da onu hayal kırıklığına uğratmışım gibi hissettim. Buyur etsin diye bir süre bekledim. Hislerimi okumada belli etmese de her zaman çok
iyiydi. Sesini bütün zorlamalarına rağmen çıkaramayınca vücut diliyle içeri girmemi
söyledi. Fena üşütmüş olmalıydı. O kadar moralsiz, o kadar fersiz görünüyordu
ki onca yıl içimde biriktirdiğim her şeyi nasıl ertelemişsem edeceğim sitemleri de hiç düşünmeden hasıraltı ettim.
Birlikte salona geçip tekli koltuklarda karşılıklı oturduk. İşaret diliyle anlatamayınca kâğıt kalem almak üzere çalışma odasına
gitti. Arkasından bir süre bakakaldım. Onu beklerken gözlerim etraftaki eşyalara takıldı. Duvardaki siyah beyaz sahne fotoğraflarının, konsolun üzerindeki taş plakların,
plaketlerin, altın, bronz mikrofonların yerleri değişmemişti. Hatta fotoğraflardan
birinde ben de vardım. Nağmelerine ümitsizlik sinmiş kemanımla birlikte Neriman’ın
hemen yanı başındaydım, evet sadece yanı başında… Ne çok yakın, ne çok uzak, her zamanki gibi o iki
adımlık, o uğursuz, o mesnetsiz mesafede...
Ne bekliyordum ki "kemancı başımın tacı" deyip kollarıma atılmasını mı? En güzel şarkılarını gözlerimin içine baka baka söylemesini mi? En müstesna anlarında, kutlamalarında benimle el ele, diz dize olmasını mı? O, kafasında benim rolümü çoktan kesip biçmiş, repliklerimi yazıp elime vermişti. Ben onun sırtını yasladığı ağlama duvarı, duruma göre menajeri, bazen koruması, bazen de özel şoförüydüm.
Güzelliğinin aksine el yazısı öteden beri çirkindi. Okuduğum kadarıyla, günlerdir sesi kısıktı, geçmeyince doktora
gittiğini, yapılan tetkikler sonrası 'ses teli felci' geçirdiğini öğrenmişti. Ayrıca hastalığa bağlı başka komplikasyonlarla da baş etmek zorundaydı. Bir
ses sanatçısı olarak kıl dönmesi, bel fıtığı olacak değildi ya!
Biricik ekmek teknesi, billur sesi; bırakın şarkı söylemeyi
konuşacak kadar bile çıkmıyordu artık. Onu teselli edecek sözleri seçmekte
zorlanıyordum. O yazıyor ben de ona yazarak cevap veriyordum. Hâlbuki
kulakları gayet iyi duyuyordu. Bu aptal ısrarıma boyun eğdi. Kemoterapiden
sonra saçları dökülen hastalara yalnız olmadıklarını hissettirmek, onlarla aynı
duyguda buluşmak için saçlarını kazıtanlar gibi ben de onunla aynı duyguda
buluşmaya çalışıyor, “bir, iki, üç tıp" oyunu misali
kâh susup, kâh yazarak içinde bulunduğumuz ağır havayı hafifletmek istiyordum.
“Son günlerde yaptığım tek şey yazmak”
diyordu. “Yazarak kendimle dertleşiyorum. Bilsen neler neler yazdım; 'film olur,
roman olur' dedirten cinsten. Ölürsem kitaplaştır, senaryolaştır, sonra da sat tamam
mı Serbülent? Kesin gişe rekorları kırar. Benim hayatım bana yaramadı, inşallah başkalarına
yarar.” Artık yazmaktan yorulmuştu. Duraksadığı bir an; gözlerime o kadar derin, o kadar hisli bir biçimde baktı ki daha önce öyle bir bakış yakaladığımı hiç hatırlamıyorum. O an, umuda
dair cılız bir ağaç yeşerdi yüreğimin taaa derinliklerinde. O an, o bakışa onlarca anlam yükleyebilir, yüzlerce beste
yapabilir, milyon tane notaya aynı anda basabilirdim.
Sonra çekmeceye uzandı eli, daha önce kendine
yazdığı mektuplardan oluşan bir tomar kâğıt bıraktı avuçlarımın arasına. Ardından, kedisiyle
birlikte kumaşı yer yer eprimiş yeşil kanepeye cenin pozisyonunda kıvrıldı. Sanki bir daha uyanamayacağı derin bir uykuya
dalmıştı. Üzerini örtmek için etrafıma bakındım. Gözüm kanepenin kenarında duran el örgüsü, renkli battaniyeye ilişti. Üzerine örtmek için elime aldığımda kedisinin düşmanca bakışlarıyla karşılaştım. Ne o yaşlı kedisi, ne de o tiftiklenmiş battaniyesi kadar yanında, yakınında olamamış, tıpkı onlar gibi onu sarıp sarmalayamamıştım. İçine kokusu sinmiş battaniyeyi içime çektikten sonra desenleri arasına sevdamı da ilmekleyip üzerine örtüm. Ardından koltuğuma dönüp kendine yazdığı notları okumaya başladım:
“İşte huzurlarınızda sahnelerin yıldızı, medar-ı iftiharımız, billur sesli Neriman
Hoşsesssssss…..” takdimleri, nidaları buraya kadarmış, her fani gibi sen de
yolun sonuna yaklaşmışsın Neriman. Ünün, şanın, şöhretin; sesin,sözün, devrin bitmiş. Pikabın altın iğnesi marazi
bir notaya takılıp kalmış; dönmüyor artık, çalmıyor. Derin bir sessizliğin esiri olmuşsun. Sahnen bitmiş, perden inmiş, alkışların susmuş. En
kötüsü de ne biliyor musun Neriman, o hüzzam şarkıdan cüda kalman, hani en çok senin sesinden, senin yorumundan sevilen:
Sesimde şarkısı aşkın figan olup gidiyor
Bahara ermedi mevsim, hazan olup gidiyor
O bitmeyen geceler, bir an olup gidiyor
Yazık yazık ki şu ömrüm viran olup gidiyor.
Beste: Selahattin İnal
Güfte: Hikmet Münit Ebcioğlu
Neriman’ın satırları uzayıp gidiyor… Kelimeler,
cümleler arasında kendime ait tek bir nota, tek bir satır, tek bir harf arıyorum. Serbülent’in
‘S’si, kemanın ‘K’si… Onun için bestelediğim nihavent şarkının güftesini arıyorum. İkimizi de kuşatacak düne, bugüne, yarına ait bir ümit ışığı arıyorum. Ama yok, yokuz, bize dair hiçbir iz, hiçbir işaret yok, ima dahi yok. Yazdıklarından anlıyorum ki o, yıllardır gelmeyen sevgilisine bense ona hasret kendi yazgımıza boyun eğmişiz. Hazan rengi satırların kucağında, ruhumu
kuşatan cümle ıstırapların ortasında, bana en son baktığı o his
dolu ifadeyi hiçbir zaman unutmamacasına beynime nakş etmeye çalışıyorum, sessizce inleyen nağmelerime ve dökülen gözyaşlarıma ilave olarak... Ata yadigarı kemanımla birlikte yetinecek başka da bir şeyim yok
zaten. Başka hiç bir şeyim yok…😔
Not: Tüm hakları ilgili yasalar çerçevesinde saklıdır.
Uzun zamandır içinde olmak istediğim “Kelime Oyunu” etkinliğine ancak katılabildim.Bu haftaki kelimeleri sevgili Hanife Ertaş belirlemiş: YEŞİL-ŞİİR-BAHARAT-YOL-SABAH. Kendisine teşekkür ederek öykümü bırakıyorum o halde ben de :))
EVET EVET EVET
Yolunkarşısındaki Baharatçılar çarşısını geçince önüne çıkacak demişti tarif eden çocuk. Nerede olabilirdi ki bu bina. Şiir gecelerini genellikle şehrin göbeğindeki kültür merkezinde yaparlardı. Bu kez farklı bir adres belirlenmişti. Büyük, siyah camekânlı, çok katlı binanın yedinci katına asansörle çıkarken ceplerini yokladı Tuğrul. Evet, işte oradaydı yazdığı şiir. “Sorun yok, sakin ol” dedi içinden.
Salona girdiğinde umduğundan daha fazla bir kalabalıkla karşılaşmıştı. Loş ışıklarla, tütsülerle, çiçeklerle bezenmiş sahne bütün cazibesiyle göz kamaştırıyordu. Yazdığı şiiri okuyup okumama konusundaki kararsızlığı gördüğü manzara karşısında tamamen yok oldu. Bu işi, burada, bu güzel sahnede yapamayacaksa başka nerede, ne zaman yapacaktı. Sürprizle, romantizmle gelen bir evlilik teklifine hangi kadın hayır diyebilirdi ki?
Sabah servisinde, ofiste, yemek kuyruğunda, çay salonunda işveli, cilveli bakışların, nazlı nazlı edaların, şen kahkahaların bir anlamı olmalıydı. Evlilikle ilgili düşüncelerini birkaç kez yoklamış, olumlu sinyaller almıştı. Evlenmeyi çok istiyordu, ‘yaşım geldi de geçiyor’ diyordu Burcu, hatta bir sohbetleri sırasında en az üç tane çocuk istediğini söylemişti. Büyük büyük hayalleri vardı. Hayallerinde resmettiği kişi tıpatıp kendisiydi. Bundan daha açık nasıl söyleyebilirdi ki?
Şiiri tekrar yokladı. Evet evet yerinde duruyordu. Ezberlemişti gerçi. “Olur da heyecanıma yenik düşersem göz atarım” düşüncesiyle yanına almıştı. “Sorun yok rahat ol” dedi kendi kendine.
“Hah işte Burcu da geldi.” Ne kadar da şık giyinmiş, sanki hissetmiş bu gece, burada kendisine evlilik teklifinde bulunacağımı" diye geçirdi içinden.
Yanındaki boş koltuğu ona ayırmıştı. Kendisini görsün diye bir silkindi. Fakat o kadar kalabalıktı ki Burcu onu görmedi. Şans eseri bulduğu en ön sıranın, en uç koltuğuna yerleşiverdi.
Işıklar söndü. Spot ışıklar sahneyi aydınlatırken sunucu sahnedeki yerini aldı. Program akışını özetledi. Yaklaşık iki saat sürecek programın son bölümü geleneksel hale geldiği üzere serbest kürsüydü. İsteyenlerin gelip şiirini okuduğu bu bölümde fırlayacaktı sahneye. Kükreyecekti, coşacaktı, içindekileri dökecekti. Burcu’ya evlenme teklifi edecekti. Alkışlar, ıslıklar, konfetiler arasında unutulmaz bir an yaşayacak ve yaşatacaktı. Burcu’nun “evet, evet, evet” diyen haykırışı gözünün önüne geldi. İçine ulu, yeşil bir çınar kondurulmuş beyaz kar küresini andıran masum göz bebekleri ışıl ışıl parlamaya başladı.
Mutluluğuna dakikalar kalmıştı. O büyülü an yaklaştıkça elleri, yüreği, bütün bedeni titremeye başladı. Kendisini yatıştırmaya çalışıyor fakat bir türlü başaramıyordu. Şiiri cebinden çıkarıp tekrar baktı. Son kez prova etmek istedi. Bu şiir yazmak için günlerce gecelerce uğraşmış, kendine göre bir akrostiş yapmıştı. Dizelerin ilk harflerine yukarıdan aşağıya doğru bakıldığında “Burcu benimle evlenir misin?” cümlesi çıkıyordu ortaya. Şiirini kürsüde okuduktan sonra Burcu’nun elinden tutup onu sahneye çekecek, önünde diz çökerek ona evlenme teklifi edecekti. Aynı anda arkadaşından borç alarak satın aldığı yüzüğü cebinden çıkarıp sevgilisinin parmağına takacaktı. Son altı aydır sadece bu anın hayalini kuruyordu.
Sahneye çıkmak için elini kaldırdığında alkışlar eşliğinde mikrofonun başına geçti. Gözünü en ön sırada oturan Burcu’nun gözlerine hapsederek şiirini okumaya başladı. Şiir sona ermek üzereyken birden elektrikler kesildi. Ses sitemiyle birlikte fon müziği de koptu. Salon, birkaç mum ışığı ile zar zor aydınlanıyordu. Oturanların uğultusu ve homurtusu eşliğinde ortamın büyüsü bir anda bozuldu. Tuğrul bir süre elinde şiiri, cebinde yüzüğü ile ne yapacağını bilemez bir halde öylece kalakaldı. Akrostişi anlaşılmamış, mesaj yerine ulaşmamıştı. Onca zamandır kurduğu bütün hayaller sönen ışıkla birlikte sönüp gitmiş, göz bebeklerindeki ulu çınarın yaprakları teker teker yerlere dökülmüştü. Karanlıkta salonu terk edemediği için el yordamıyla birlikte gidip yerine oturmaktan başka bir çare göremedi.
Yaklaşık beş dakika kadar sonra geri gelen elektrikle birlikte program kaldığı yerden devam etmeye başladı. Fakat Tuğrul orada bir dakika bile durmak istemiyordu. Ortamı terk etmek üzere kalabalığı yara yara ilerlemeye başladı. O sırada sunucu tekrar ön sıralarda oturan bir beyefendiyi şiirini okumak üzere sahneye davet etti. Tuğrul, şiir bitine kadar sahnenin kenarındaki çıkış noktasına ancak gelmişti ki birden dona kaldı. Bu bey şiirini okuduktan sonra Burcu’nun önünde diz çökerek ona evlenme teklif etti. Neye uğradığını şaşırmıştı. Gördüğü kâbustan bir an önce uyanmak istedi. Birisi adeta yazdığı senaryoyu çalmış, sevdiği kadını elinden almıştı. İlk anda kesilen elektriğe sevinmesi mi, yoksa üzülmesi mi gerekti karar vermedi. Bu karasızlığını tamamen yok eden şey; kulaklarında mütemadiyen çınlayan ve salonu inleten Burcu’nun “evet, evet, evet” haykırışları oldu.
2020 yılı bitmek üzere. Pandemi, doğal afetler, ekonomik kriz gibi pek
çok olumsuzluğu arka arkaya yaşamak zorunda kaldığımız bu yıla, 2021 yılının
fragmanıydı diyen bazı füturistlere inat iyimserliğimizi korumaya çalışıyoruz.
Öyle bir süreçten geçiyoruz ki geleneksellişmiş davranış
kalıplarımızdan, eski normallerimizden, alışkanlıklarımızdan kısmen veya tamamen
vazgeçmek zorunda kalabiliriz.
Yaklaşan günler bizi ne gibi bir değişim/dönüşüme zorlayabilir diye düşündüğümde aklıma ilk gelenleri aşağıya tek tek sıraladım. İlave etmek isteyeceğiniz maddeleri merakla bekliyor olacağım.
Yıldızlı sevgilerimle…
-Artık yanak yanağa selamlaşmak, tokalaşmak, sarılmak tarihe
karışabilir.
-Sonbahar kış ayları geldiğinde herhangi bir salgın ortamı olmasa bile
insanlar tedbir olarak tıpkı eldiven, atkı, şapka kullanır gibi maske takmaya
devam edebilir.
-Aşılar tercihe bırakılmaksızın zorunlu hale getirilebilir.
-Hijyen takıntılı ya da değişik obsesif (saplantılı-takıntılı) davranışlar
artabilir.
-Sosyal fobi, sosyal anksiyete gelişebilir. Salgın sona erse de birçok kişi dışarı çıkmamakta ısrar edebilir. Sosyal
medyadaki sanallığa alışanlar, zaten sosyo-fobik eğilimi olanlar, yeniden sosyal ortamlara; okullara, yemekhanelere,
işyerlerine, toplantılara, sunumlara, kafelere, eğlencelere, akran ve akraba
toplantılarına, misafirliklere dönmekte epeyce zorlanabilirler.
-Zaman kazandırması, pratik/kolay olması gibi avantajlara sahip olduğu bu süreçte daha da iyi anlaşılan e-ticarete, elektronik
alış-verişe olan ilgi daha da artabilir.
-İşe gidip gelmek zorunda kalmamanın sağladığı zaman tasarrufu,
trafikteki rahatlama, iş yeri (elektrik, ısıtma-soğutma vb.) giderlerindeki azalma dikkate
alındığında çalışan insanlara, yeni yasal düzenlemelerle birlikte, en azından haftanın
belli günlerinde evden çalışma (home-ofis) imkânı sunulabilir.
-Örgün eğitim uzaktan (dijital) eğitimle harmanlanabilir.
-Vize uygulamalarında mevcut önlemlere ek olarak sağlık raporu, aşı
belgesi, kan testi gibi ilave önlemler getirilebilir. Bu durum da insan
hareketliliği sınırlanabilir.
Pandemi, deprem, ekonomik kriz gibi pek çok olumsuzluğu aynı anda
yaşamak zorunda kaldığımız 2020 yılı bitmek üzere. İnşallah yaklaşan 2021 yılı
bu karabulutlar topyekûn dağıtır ve hepimize yeni yeni umutlar aşılar.
Yılı daha
güzel kılacak olan sayılar değil elbette. Biz insanoğlunun olumlu çabaları. Doğaya, insana, zorda darada kalana, yaşlıya, çocuğa yapacağımız yardım ve
yatırımlar.
Bu işi en iyi yapanlardan birsi de BulutGölgesi blogunun sahibi sevgili TülinHanım. Kendisi benim kitap projemi de tüm kallbiyle destekleyen takdir
ettiğim, değer verdiğim blog kardeşlerimden birisi. Yüce gönlüyle yardım
kampanyalarını organize etmeye, desteklemeye devam ediyor. Her yıl yaptığı
gibi bu yıl da yaklaşan yeni yılı vesile kılarak lösemili yavrularımız için hediye etkinliği düzenliyor.
Eğer siz de bu güzel etkinliği desteklemek isterseniz en kısa zamanda (15 Aralık’a kadar mümkünse) göndermek istediğiniz oyuncak, örgü, takı, boya kalemleri, defter, kitap hatta yılbaşı kartı bile olabilir, Tülin Hanım’la iletişime geçip ona gönderebilirsiniz. Detaylı bilgilere “ http://bulutgolgesi.blogspot.com/2020/11/cocuklar-icin.html“ adresinden ulaşabilirsiniz.
Her zaman söylediğim gibi birlikte daha anlamlı ve daha güzeliz.