Merhabalar,
Bugün sizlerle öykü kitabımın içinde yer almayan, hissederek yazdığım hikayelerimden birini paylaşmak istedim. Bu hikaye aynı zamanda yaşadığım şehirin edebiyat dergilerinden 'Bilim Kültür Sanat Dergisi'nin son sayısında da yayımlandı. Blog yazısısı olarak bir parça uzun olduğunun farkındayım. Ama ikiye bölmek de istemedim. Okumak için ayırdığınız zamana değeceğini umuyorum. Yıldızlı Sevgilerimle :)
Ayna
Gözleri aynadaki suretine ilişti. Bir yabancıyla tanışma anında takındığı ürkek bakışlarıyla bakakaldı öylece. Yansıyan aksinden emin olmak istercesine sağ elinin parmaklarını yüzünde gezdirdi. Gördüğü kadın elli, elli beşlerinde gibiydi, hâlbuki otuz sekiz yaşına daha yeni girmişti. Kendisini ne ara büyütmüştü böyle zalimce? Bu kötülüğü nasıl yapmıştı yüzüne, bedenine? Düşmüş omuzlarına, çökmüş avurtlarına, bezgin simasına, temizlik yapa yapa ağaç kabuğuna dönüşmüş ellerine, baktı… “Yok, yok. Bu işte bir yanlışlık var,” dedi. Memnuniyetsizce geri çekti bakışlarını. Gördüğü bir sanrı olmalıydı. Parlak cildinden, dolgun yanaklarından, gülen gözlerinden mutlaka tanır, bilirdi kendini. Gençliğini kıskanan kötü niyetli birinin, aynaya aksettirdiği yakışıksız bir şaka olmalıydı bu. Hemen elindeki bezle sildi kadını aynadan.
- Git buradan, git buradan, diye söylendi. Hızını alamayıp yan yana duran diğer aynalardan da sildi.
- Gidin buradan, gidin buradan, diyorum size.
Kendini yok etmeye çalışırken epeyce yorulmuştu Zeliş.
Adı Zeliha’ydı fakat
küçüklüğünden beri herkes ona ‘Zeliş’ derdi. Büyük bir alışveriş merkezinin, yemek
ve sinema katının tuvalet temizliğinden sorumluydu. Yeni çalışmaya başladığında,
o tiksindirici kokuyu gittiği her yerde hissetmiş; yemekten, içmekten
kesilmişti. Eve gider gitmez dakikalarca yıkanır, derisini kazırcasına
keselenirdi. Üzerine sinen her şeyi, kötü talihi ile birlikte söküp atmak
isterdi. Babası öldüğünde umut taciri akrabalarının ısrarları üzerine annesiyle
kırsaldan İstanbul’a taşınmışlar, dost bildikleri bu insanların kötü emellerine
alet olmayı reddettiklerinde de kendilerini kapı önünde bulmuşlardı. Annesi bir
hastanenin yemekhanesinde bulaşıkçı olarak işe girdiğinde çok zoruna gitmişti
Zeliş’in. Varlıklı olmasalar da rahmetlinin zamanında düşkün de değildiler.
Fakat şimdi her şey bambaşkaydı. Üstelik şehirdeki yaşam kırsaldakine hiç
benzemiyor, silip süpürüyordu insanın elindekini avucundakini.
Yanı başındaki tabureye
oturup biraz nefeslenmek istediği sırada iki genç kız girdi içeri kıkırdayarak.
Sarışın olan doğruca tuvalete giderken diğeri aynanın önünde kırmızı rujunu
tazeledi. Röfleli saçlarını havalandırıp eteğinin
üzerindeki metal kemeri düzeltti. Tuvalete giren kız, bir yandan partide
tanıştığı delikanlının centilmenliğini anlatıyordu arkadaşına. “Berk olsaydı
eğer yanımızdakiler gibi sinema koltuğuna çuval misali yığılıp kalmaz,
tuvaletin kapısında bekliyor olurdu şimdi,” dedi. Parti bitse de üzerindeki etkisi
devam ediyor gibiydi. Az sonra sifon sesiyle birlikte dışarı çıktı. Ellerini
yıkarmış gibi yaparken “hadi acele et” dedi, silikon dudaklı arkadaşı, “film
başlamak üzere.” Terle karışık parfüm kokularını geride bırakıp çıktılar
tuvaletten.
Onlar dışarı çıktığında
görünmez hükmündeki cılız bedeni, kimsenin temas kurmaya tenezzül etmediği
küskün gözleriyle ayağa kalktı Zeliş. Gidip tuvalete baktı. Az önce kavalyesini
kabalıkla suçlayan genç kızın kirli pedi yerde duruyordu. Pedi yerden süpürüp
çöpe attığı sırada bir anne ile üç dört yaşlarındaki kız çocuğu girdi içeri.
Ağlamaklı çocuk, bir kısmını üzerine kaçırdığı çişin kalanını klozete yapması
için tuvalete doğru çekiştiriliyordu. Fakat olanlar oldu. Daha klozete
oturamadan, yürüdüğü hat boyunca koridor ıslandı. Zeliş
sakinliğini korurken anne söylendikçe söylendi. En nihayetinde anne, paparası
ve çocuk, gong sesi ve anonsla birlikte oradan uzaklaştılar: “ Üçüncü ve
beşinci salonlarda film başlamak üzeredir!”
Filmlerdeki kader
kurbanları için; ezilen, hor görülen, yok sayılan, haksızlığa uğrayanlar için
gözyaşı döken pek çok seyircinin gerçek hayattaki, gerçek kurbanları görmezden
gelmelerine bir türlü anlam veremiyordu Zeliş. Etkisinde kaldıkları filmin ağır
havasından, burunlarını çeke çeke çıktıkları sinema salonlarından kendi
dünyalarına ışık hızında uyumlanmaları şaşkınlık vericiydi. En zor rollerden
birini icra eden Zeliş ve onun gibilerin siyah-beyaz, sessiz, melodisiz, pek
çoğuna göre sıkıcı bir o kadar da gerçekçi filmleri kimsenin umurunda değildi.
Bozulan sifonların,
kapanmayan muslukların, kilidi bozuk kapıların tamir edildiği bir öğleden sonra
Zeliş için izin kullanma fırsatı doğdu. Bu vakti, içinde çalıştığı fakat
gezmeye imkân bulamadığı alışveriş merkezinin vitrinlerini inceleyerek
geçirmeye karar verdi. Lüks mağazaların önünde pek fazla durmuyor bütçesine
göre bulduklarının içerisine, hızlıca girip çıkıyordu. Annesine küçük de olsa
bir hediye almaktı niyeti. Evleri soğuk olduğu için ayaklarını sıcak tutacak
içi yünlü ev patiklerine bakındı daha ziyade. Neyse ki gönlüne, kesesine uygun
bir tane bulup sardırdı. O gece hediyesini buruk bir sevinçle kabul eden
annenin yüreği, ayaklarından daha çok ısınmıştı. Bir öpücük kondurdu yavrusunun
yorgun yanaklarına. Tıpkı Zeliş gibi o da hiçbir şeyi böyle hayal etmemişti.
Ertesi gün tuvalete
girdiğinde onarılan kapıların arkasında hem de hepsinin arkasında küfürlü
sözler ve uygunsuz resimlerle karşılaştı Zeliş. Midesi bulandı. Söylendikçe
söylendi. Bir de bunları silme işi çıkmıştı başına. Şu küçücük metrekarede her
çeşit insanla, her türlü olayla karşılaşıyordu. İşi bırakmak istiyordu aslında.
Fakat bu işi bıraksa daha iyi hangi işi yapacaktı? Bu zamanda sigortalı iş
bulmak kolay mıydı? Tahsili, farklı bir becerisi de yoktu ki. Düşünüp düşünüp
duruyor bir çözüm bulamıyordu. Babasını her zamankinden daha çok özlüyor,
‘hayatta olsa katiyen bu durumlara düşmezdik’ diye geçiriyordu içinden.
O kasvetli günlerden
birinde tam aynaları ovuyorken cinin lambasından fırlamışçasına genç bir kız
belirdi tuvalette. Alımlı, nahif, zarif… Bu aşina, bu hoş simaya bakakaldı
Zeliş. Göz göze geldiklerinde: “Seni tanıyor gibiyim” diye, kekeledi. “Sen,
sen... ” Boynuna sarılıp, hal hatır sormak, ‘Nerelerdeydin a kuzum? Beni bu
diyarlarda bir başıma koyup nerelere kayboldun?’ demek istedi. Sanki uzun
zamandır görmek istediği birini görmüş, dertleşmek için bir fırsat bulmuştu.
Aynanın karşısına geçip,
elindeki kitapları Zeliş’e uzatarak “Zahmet olmazsa tutar mısın teyze?” dedi
kız, “Şu saçımı bir düzelteyim.” Teyze demesine biraz bozulsa da çok üstünde
durmadı Zeliş. O sırada, kezzap kokulu eli kitaplara gitti. En üstte duran
kitabın adı ‘Tıbbi Biyoloji’ idi. “Tabi ya, başka ne olacaktı ki tıp
öğrencisisin elbette” dedi. “Benim de çocukluk hayalimdi doktor olmak. Çok zor
mu dersler? Kaça gidiyorsun? Uzmanlık yapacak mısın?” Soruları arka arkaya
sıralıyor fakat kızdan cevap alamıyordu. Bunun üzerine konuyu hemen değiştirdi
Zeliş. “Biliyor musun yıllar geçse de ben buralara bir türlü alışamadım. Bu
telaşlı şehir beni de annemi de çok yordu; sivri dişli, koca ağzıyla acımadan
yuttu. İnsan kalabalığının ortasında, bu tuvaletin girdabında debelenip
duruyorum işte. Derin bir nefes alıp konuşmasını sürdürdü:
- Köydeydik biz
önceleri. Çok mutluyduk orada. Babam çiftçiydi. İş kurmak için borca girene
kadar geçimimiz yerindeydi. Okumayı çok isteyen babamı bir çobandan, bir
ırgattan olmayalım diye okutmamış büyükleri. O yüzden benim tahsil yapmamı çok
isterdi. Ona sözüm vardı benim, doktor olacaktım. Sonra bakışlarını meçhulden
gelen gizemli kıza döndürerek telaşla sordu: “Sahi baba mı gördün mü? Bilirsin
sen, şöyle uzun boylu, geniş omuzlu, güleç yüzlü, gençten bir adam.” Kızdan yine
ses gelmedi. Anlattıkça anlatıyordu Zeliş: “Köyde benim bir de sevdiceğim
vardı; adı Mustafa.” Yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. Hülyalı hülyalı
devam etti anlatmaya: “Yürürken yolları önüme bükülen, gülünce gözleri kaybolup
ince birer çizgiye dönüşen güleç yüzlü Mustafa’m. Muhtarın en küçük oğlu, en
yakışıklısı.” Heyecanlı heyecanlı anlatırken hülyalı bakışları birden yere
düştü, omuzları küçüldü. Titrek sesiyle “Sözleşmiştik biz” deyip
sustu. Yeniden söze girmesi için bir süre sessizce beklemek zorunda kaldı
gizemli kız.
Selvi ağacının altında
ant içmiştik: evlenip yuva kuracak, arka arkaya iki de çocuk yapacaktık. Biri
kız, diğeri erkek. Kız olan bana, erkek olan Mustafa’ma benzeyecekti.”
Yanakları elma gibi kızardı, yutkundu, bir daha, bir daha yutkundu. Konuşmaları
yaşadığı duygu sağanağında sık sık kesintiye uğruyordu. Toparlandıktan sonra
eski hayallerini bir avuç suda yüzdürmeye devam etti Zeliş: “Evimizin önüne
ahşap salıncak kuracaktık. Sırayla düşlerimizi uçuracaktık gökyüzüne, mutluluğu
giyinip bir daha çıkarmayacaktık üzerimizden. Hiç ayrılmayacak, huzur içinde
yaşlanacaktık. Ben pamuk nine; o, tonton dede; her akşam çardakta, gül
lokumuyla kahvelerimizi yudumlayıp, her sabah yüzümüzü aydınlatan güneşe aynı
aşkla el sallayacaktık… Torunlarımızı dizlerimize oturtup şefkatle başlarını
okşayacaktık. Onlara anlatacağımız en güzel masal kavuşma hikâyemiz olacaktı.”
Fersiz göz bebekleri baktığı boşlukta bir süre asılı kaldı. Ardından kıza dönüp sordu: “Sahi Mustafa’mı gördün mü? Tanırsın sen; yeşil gözlü, uzun boylu,
kıvırcık saçlı, yağız mı yağız bir delikanlı.” Sorusuna ses veren olmayınca
hasret yüklü bir gemi kalktı nemli göz bebeklerinden… Kaptanı, yolcusu olmayan,
ufukta limanı görünmeyen, koca bir boşluğu taşısa da yükü ummana ağır gelen,
sisler arasında bir gemi…
Dolup taştığı o gün anlattıkça anlatıyor diğer yandan söylediklerine kendi de inanamıyordu Zeliş. “Kalbimi çok açmam aslında gelenlere, zaten içeri girenler pek bakmaz yüzüme, ama sen öyle dikkate alınca…” dedi, ürkekçe. “Sıkmadım seni değil mi?” Kızın cevabını beklemeden bir çırpıda ekledi: “Yıllardır burnumda tüten, çocukluğumun geçtiği köydeki evimizden de bahsedeyim o zaman: Hani yürüdükçe ahşap döşemeleri gıcırdayan, yüklüğü naftalin kokan, sedirinde dantelli beyaz örtüsü, telli dolabında eriştesi, tezgâhında çiçekli eteği olan, kuzinesinde her gün mayalı ekmek pişen... İçinde konu komşu, akraba hepsi de birbirinden sevecen. Hatırladın değil mi? Tabi ya, insan nasıl unutabilir ki? Bahçedeki erik, kiraz ağaçları baharı müjdelerdi bize. Ne çok eğlenirdik, ne çok oynardık yeşil çimenlerin üzerinde.” Bir tiyatro oyuncusunun role girmesi gibi, o günleri yeniden yaşıyormuşçasına büyük bir coşkuyla anlatıyorken birden sessizleşti yine. Göz pınarlarında titreşen yaşları geri ittirip sağ elinin tersiyle burnunu sildi. Muhatabı sormasa da “yok ağlamıyorum, gerçekten, iyiyim ben, merak etme.” dedi. En derin ıstırapların ortasında bile olsa her zaman, herkese “iyiyim” derdi. “İyiyim ben, iyiyim, iyiyim teşekkür ederim…” Bir tek annesi hissederdi o yalan, o yavan iyiliği, elinden hiçbir şey gelmeyen ve bunun altında ezilen biçare annesi…
İçinde biriken ne varsa
tek tek anlatıyor, gözyaşlarıyla birlikte kendini sağaltmaya devam ediyordu
Zeliş: “Biliyor musun benim okuma aşkım; tüllere, simlere sardığım genç kızlık
hayallerim; dualarım, dileklerim; cıvıl cıvıl bir gelecek özlemim vardı. Tıp
okuyacak, doktor olacaktım. Doğu, batı demeden memleketime, hastalarıma hizmet
edecektim. Garibana ‘koy paranı cebine’ diyecektim. Sonra ev alacaktım anneme,
ayakları üşümesin diye, kaloriferli bir ev, hani alttan ısıtmalı olanlardan.
Musluklarından sıcak su akan, denizliklerinde mor menekşeler yetişen,
bahçesinde kuşlar ötüşen…" Ve Mustafa’m… Yıllardır gölgesinden bile yoksun
kaldığım, unutmak isteyip de unutamadığım, uğruna herkesi reddettiğim, kalbimin
en müstesna köşesine gizlediğim biricik Mustafa’m… Oğlu kendisine, kızı eşine
benzeyen ben’siz Mustafa’m… Dile gelmek için sabırsızlıkla sırasını bekleyen
her bir cümle boğazına düğümlendi o an. Sözleri sona eremeden iki damla yaş
süzüldü solgun yanaklarına doğru; biri Mustafa, diğeri Zeliş; biri geçmiş, biri
puslu gelecek; biri düş diğeri acı gerçek. O kadar yakıcı, o kadar yıkıcıydı ki
bu saydam küreler, kızgın buhar olup ortamı bir sis bulutu gibi kapladığında
ortada ne tıbbiyeli kız kalmıştı ne kitaplar; ne baba ne Mustafa; ne çocuklar,
ne de umut dolu yarınlar... Üzerinde önlüğü, ayağında plastik çizmeleri, elinde
kirli sarı bezi, yüzünde marazi bir ifadeyle uğurladı gizemli kızı aynanın
cidarlarından. Geldiği gibi gitti gençliği…
Düşündü sonra; acaba
kendisi gibi kaç kadın uğurladı kapıdan, hiç tatmadığı gençliğini? Kaç kadın
toprağa gömdü masum hayallerini, isteklerini? Kaç kadın itildi, kakıldı, yok
sayıldı? Kaç kadın istiridye kabuğunun içinde inciye dönüşemeden sıkıştı kaldı?
Kaç kadın kelebek olamadan, rengârenk kanatlar takamadan tırtıl misali çalıştı?
Kaç kadın onca baskının altında elmasa dönüşemeden yıllar yılı kavruldu, yandı?
Kaç kadın küçük acıları, büyük acılarla bastırdı? Kaç kadın, kırık kollarıyla
kendi kendini sardı?
Sinema salonları
boşalmış kesif bir kokunun ve insan kalabalığının ortasına düşmüştü yine. Çoğu
zaman aydınlatma sensörünün bile kendisini algılamadığı o dipsiz karanlıkta,
sildikçe siliyor, sildikçe siliyordu aynaları, Zeliş. Üzerinde görüp
tanıyamadığı suretleri, gerçekleşmeyecek hayalleri, düne ait özlemleri, bugüne
dair kederleri, yarının belirsizliklerini yok etmek istercesine, kazırcasına
siliyordu.
Çok keyifli ve gayet akıcıydı. Uzun gelmedi bile bana severek okudum :D
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Sinan. Sağ ol kardeşim 🙏🤗🤚
SilKaç kadın kaç insan var değil mi bu şekilde.. var ama gören yok göreni yok...
YanıtlaSilGüzeldi. Kaleminize sağlık.
Teşekkür ederim canım. Özlemişim seni ve yorumlarını🤗🤚
SilO kadar ama o kadar güzel yazılmış ki... Bayıldım. Bazı kısımlarda bazı sözler cümleler beni benden aldı. Kaleminize sağlık.
YanıtlaSilNe güzel sözler bunlar. Çok mutlu oldum. Çok teşekkür ederim 🙏😍💐🤚
SilKaleminize sağlık, daha olsa okurdum :)
YanıtlaSil🙏Böyle düşündürmüşse ne mutlu bana. Çok teşekkür ederim. Sevgiler 🤗🌺🤚
SilKeyifle ve bir çırpıda okudum. Kaleminize sağlık. :)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim sevgili Mor Düşler Kitaplığı 🤗🤚
SilAh eline sağlık Sevgili Yıldız.. güzel bir hikayeydi. Diğer yazdıkların gibi çok keyif aldım okurken. :) <3
YanıtlaSilÇokkkkk teşekkür ederim sevgili Momentos 😊🌺🤚
SilMuy interesante, te mando un beso.
YanıtlaSilGracias
SilMuy interesante, Te mando un beso. https://enamoradadelasletras.blogspot.com/
YanıtlaSilGracias
Silo kadar hayatın içinden bir hikaye olmuş ki etkilenmemek elde değil
YanıtlaSilÇokkkkk teşekkür ederim Ozan 🙏😊🤚
SilŞu hayat bilinmezlerle dolu, nerelere savrulacağımızı kimse bilmiyor. Harika bir hikayeydi, uzun deyince korktum önce :) Ama hiç öyle gelmedi. Kalemine sağlık. :) Filmlerin etkisi daha uzun sürse duygular gerçek hayata da taşınabilse keşke...
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim bu güzel yorum için. Sevgiler selamlar 🤗
SilKısa ve gerçek hayatın tam da içinden bir hikaye.. Ne hayatlar, ne hayaller var çevremizde. Biraz dikkatli bakınca anlatmasalar bile bakışlardan, gözlerden anlayabileceğiniz hüzünlü hikayeler:( Çok etkileyici bir hikaye Sibel Hanım, ellerinize sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Sezgin Bey, çok sağ olun🙏😊🤚
Silböyle hiç gözümüze çarpmayan ne çok zeliş vardır yaa çevremizde.
YanıtlaSilNe yazık ki vardır Deep. Teşekkür ederim okuduğun için🙏🤚
SilBen bu hikayeyi okumuş ve yorum yapmıştım olarak hatırlıyorum.Acaba gelmedi mi yorum?
YanıtlaSilOluyor bazen öyle. Baktım spam'a da düşmemiş Yurdagülcüğüm. Bu yorumun da öyküye dair benim için. Canını sıkma. Sevgilerimle :))
SilHayal dünyası ve gerçek Dünya Arasında güzel bir yolculuk olmuş. Akıcı ve çok güzeldi, kaleminize sağlık Sibel Hanım.
YanıtlaSilYapmaya çalıştığım şey tam olarak buydu Fatih Bey. Çok teşekkür ederim :))
SilÇok cok güzeldi. İçim burkuldu okurken. Ne kadar doğru bir konuyu ele almışsın. Ne çok insanın gerçeklesmeyen hayalleri ve istenmeden yaşanan hayatlar 😔
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Deryacığım ziyaretin ve yorumun için 🙏🤗
Sil