Merhabalar,
Anne Bebek Dergisi'nin Ekim sayısı için hazırladığım eğlenceli içerikle baş başa bırakıyorum sizleri.
Yıldızlı sevgilerimle...
Eşim, hafta sonu iş gezisine gittiği için
kızım Bengü’yle ben ilgileniyorum. Mutfakta pür telaş baba-kız kahvaltısı hazırlıyorum.
Bengü ise oyuncaklarını yere sermiş oyunlar oynuyor, kendi lisanınca şarkılar
söylüyor. Şarkı söylemek dâhil pek çok özelliğini annesinden almış. İkisi de
marul saçlı, ikisi de pembe yanaklı, çok meraklılar, laf aramızda biraz da
gevezeler. Kızımın sabahtan beri mırıldandığı çocuk şarkısı en
nihayetinde benim de dilime dolanıyor. Akort tutmayan seslerimizle söylemeye
çalışıyoruz beraber:
Ustam Ölmüş
Ben satarım…”
Ezgisini değiştirip yeni bir beste yapmaya
çalışan Bengü benim de kafamı karıştırıyor. Orijinal haline döndürmeye
çalıştığım sırada birdenbire şarkıyı yarıda kesip soruyor kızım:
Babaaaaa, usta neden ölmüş?
Hastalanmış mı? Üşütüklenmiş mi?
Balcılar da ölür mu?
Hani bal çok faydalıydı?
Peki, ustayı kim satmış?
Beyin yakan bu soruların önce hangisini
cevaplamam gerektiğini düşünemeden “Bilmem ki güzel evladım, bu sadece bir
şarkı. Ayrıca ölen ustasını değil, yağı ve balı sattığını söylüyor.
- Kim söylüyor?
- Sanırım ustanın çırağı.
- Çırak ne demek baba?
- Çırak; ustasının yaptığı işi öğrenmeye
çalışan genç insan demek.
- Peki çıngırak sonra ne yapmış baba?
- Çıngırak değil, Bengücüğüm, çırak,
çırak. Hahhaaa, komikliğin üzerinde yine.
- “Hımmm, komiklikli, tekerlekli bir şarkı
değil mi bu?”
- “İlahi çocuk, tekerlekli değil,
tekerlemeli; komiklikli değil komik şarkılardan bu…”
Sorulardan fırsat buldukça işime
odaklanmaya çalışıyorum. Ama ne mümkün!
- Peki usta iyileşmiş mi baba? Yeniden
yağ, bal satmış mı? Kahvaltıda en sevdiklerim onlar çünkü.”
- Evet elbette iyileşmiş. Sen bizim
kahvaltıda hiç yağsız, balsız kaldığımızı gördün mü?”
‘Aynı anası kılıklı. Usta ölmüş bizimki
yağ, bal derdinde,’ diye geçiriyorum içimden.
Şarkıya devam ediyor Bengü,
- Ustamın kürkü sarıdııııır, Satsam
on beş liradıııııır. Babaaaa, ustanın kürkü neden sarıdır? Ustalar hep sarı kürk
mü giyer? Kürk nasıl bir şeydir?”
‘Haycan dostu olduğumuz için kürkün ne
olduğunu bilmiyor tabi yavrucak.’
Bu sorulara nasıl cevap vereceğimi düşünüp
duruyorken çalan zil imdadıma yetişiyor. Kapıya doğru giderken ‘ölmüş ustanın
kürkünü on beş liraya satan şerefsiz çırağı’ düşünüyorum bir yandan. Kilidi
çevirip “Hoş geldin Şukufe teyze”, diyorum. “Sabah sabah seni eşim mi
tembihledi, bizi kolaçan et diye.” Her ne kadar “Yoooo” dese de elinde
getirdiği ev yapımı sıcak poğaçadan anlıyorum zaar. Pek ala denetime gelmiş.
Bengü’nün en sevdiği zeytinli poğaça işte elindeki. Yeteneğimin sınandığını
görmezden gelip “Buyur, geç” diyorum içeriye. O da hiç sektirmeden dalıyor
zaten.
Mutfağa girer girmez, “Çocuğu taşa mı
oturttun Semih Bey?” diyor. “Karnı ağrır sabinin.” İlk eksiyi aldık bile. Sonra
tezgâha yanaşıyor. Yıkadığım çeri domatesleri gözlüğünü takarak tek tek
inceliyor. “Bu yaramaz at, bu yaramaz at, bu da, bu da, bu da, at, at, at, at…”
Tabağı tamamen boşalttıktan sonra gözlüklerini indirip gözüme bakıyor, o
bakışlar ki sayfalarca söze bedel. Aldık mı ikinci eksiyi!
“Ne içecek bu çocuk, demli çay mı?” diye
soruyor ocakta fokurdayan çaydanlığa yanaşarak. “Bir bardak ılık süte kıran mı
girdi evladım?” Sütü benden önce çıkarıp ısıtıyor. Getirdiği poğaça tabağı ile
birlikte Bengü’nün önüne koyuyor. Bengü yağ ve bal da isteyince “onu da sen
çıkar koy, ben çok yoruldum” deyip kapıya yöneliyor. Görevini layığı ile yerine
getirmiş başkumandan edasıyla çıkıyor evden. Bakalım eşime neler neler
anlatacak?
O gider gitmez yapıştırıyor Bengü:
- Kıran nedir babacığım? Süte neden girer?
Benim sütümde de var mı? Sütümü kırarsa içmem ben.
- Yok evladım,” diyorum. Minnacık çocuğa
“kıran”ı nasıl anlatabilirim acaba diye düşünmeye başlıyorum. ‘Ah Şukufe teyze,
gel de izah et şimdi kullandığın kelimenin anlamını’ diye söyleniyorum içimden.
Kahvaltı sona erdiğinde “Baba pazara
gidebilir miyiz?” diye soruyor Bengü? “Hayırdır Bengü?” diyerek şaşkınlıkla
yüzüne bakıyorum. “Hayır” diyeceğini biliyordum zaten deyip, başlıyor yaygaraya.
“Yok yok o anlamda demedim. Hayırdır derken, neden acaba demek istedim” diye
düzeltiyorum kendimi.
‘Yüce Rabbim kadınlarla anlaşmak ne kadar
da zor. Yedisinde neyse yetmişinde de aynılar işte.’
“Pazardan ne almak istiyorsun hanım abla?
Beş kilo patates, iki kilo domates mi? ” diye alaycı bir kibarlıkla soruyorum
Bengü’ye.
“Tavuk kızı” diye cevap veriyor Bengü.
“Tavuk kızı mı?” diye gülümseyerek
soruyorum. “Canın piliç mi yemek istedi senin?”
“Baba Ebru’nun beş tane tavuk kızı var.
Onları balkonda besliyor,” deyince ben ancak ayılıyorum. “Sen civciv demek
istiyorsun yaniiiii,” diye şaşkınlığımı dile getiriyorum. “Ama biz tavuk
kızlarına bakamayız ki Bengü’cüğüm. Onlar ancak anne babalarının yanında mutlu
olurlar. Ailelerinden ayrılsınlar istemezsin öyle değil mi?” diye soruyorum. “O
zaman anneleri, babaları da gelsin” diyor. “Yok artık, yedi göbek sülaleleri de
gelsin istersen, oldu olacak tavuk çiftliği kurar, hep beraber gıdaklayıp
gideriz, bir tavuk kızlarımız eksikti zaten...” diyorum. O inat ederken isteğini
unutturmanın yollarını düşünüyorum bir yandan. Dikkatini dağıtmak için “Hadi
gel parka gidelim” diyorum. O an sevinçle el çırpıyor, ne tavuk kızı kalıyor
aklında, ne anası, ne danası.
Parkta iyice yorgun düşen kızımı eve
götürüp uyutmaya niyetlenmem, azalan neşemi yerine getiriyor. Fakat işler hiç
de umduğum gibi gitmiyor. Eve girip elimizi yüzümüzü yıkar yıkamaz kapı
çalıyor. Bir de ne görelim; Ebru tavuk kızlarını karton kutuya doldurup bize
getirmiş. Aman Allah’ım… Ortalık aniden şenleniyor. Bana nahoş, kızıma pek hoş
gelen bu sürprizin önünde duramıyor, onları gönülsüzce de olsa odalarına
uğurluyorum. İçeriden gelen seslere bakılırsa kız kıza çok eğleniyorlar.
Çok geçmeden kapı zili tekrar çalıyor. Şukufe
teyze, devriye polisi gibi tekrar karşıma çıkıyor. Şaşırma yetimi tümden
kaybettiren genç ruhlu yaşlı komşum, elindeki limonata sürahisini bana doğru
uzatıp kararlı bir şekilde içeri giriyor. Çığlık ve gülüşme seslerini takip
ederek kızların arasına karışıyor. Hah, işte bütün kızlar toplandı, parti esas
şimdi başlıyor. Ben ise tamamen saf dışı bırakılıyorum. Parktan getirdiğimiz
kirli topu yıkamak üzere banyoya gidiyorum. Teftişten korktuğum için etrafı
biraz toparlamaya çalışıyorum. Dakikalar sonra lütfedip partiye çağırıyorlar
beni. Sevinçle yerimden fırlayıp kızların odasına gidiyorum. Fakat anlıyorum ki
davet edilme sebebim bambaşka; tavuk kızlarının etrafa bıraktığı pislikleri temizlemem
için teşrif buyurmuşum meğer. Şukufe teyze ıslak mendil paketini bana doğru
uzatarak “ay bu kızlar beni çok yordu” deyip fırlıyor evden. Tam olarak hangi
kızları kastettiğini pek anlayamıyorum. Dakika sektirmeden eşime telefon
edeceğini adım gibi biliyorum. ‘Senin evde parti vardı, inan kızlardan daha çok
eğlendim mi der, yoksa civcivler evini mahvetti, koş gel mi’ der orasından pek
emin değilim.
Bütün gece rüyamda Ebru ve Ebru’nun tavuk
kızları, mevcut civcivlerin en kartı Şukufe ajanı ile cebelleşip duruyorum.
Neyse ki eşim yarın geliyor. Öğle saatlerine doğru Bengü ile birlikte
havaalanına onu karşılamaya gidiyoruz. Uçak rötarsız bir şekilde yere iniyor ve
özlemle beklenen ana-kız kavuşması gerçekleşiyor.
“Anne bana ne getirdin?” diyerek ilk
sorusunu soruyor Bengü.
Annesi ise “oyuncak paketi bavulun içinde
Bengücüğüm, evde açınca görürsün, söylersem sürprizi bozulur” diyor.
Eve girer girmez Bengü hediye paketini
tekrar soruyor. Valiz açılıyor, paketin kırmızı kurdelesi çözülüyor. İçinden ne
çıkıyor acaba? Kurmalı bir anne tavuk ve badi badi yürüyerek onu takip eden boy
boy, yavru civcivler. Neyse ki bunlar yere pislemiyor.
Eşim çocuğumun sevincini görünce ona
verdiğim küçük tüyo için bana sevgi dolu gözlerle bakıyor. Böylece balkonda
tavuk kızı besleme macerasını Ebru’nun bir sonraki ziyaretine kadar başarıyla
savuşturmuş oluyoruz. Oyuncak tavuk kızları halının üzerinde gezinirken canlı
civcivlerden bahsediyoruz kızımıza. ‘Onların en mutlu olduğu yer apartman
katlarındaki beton balkonlar, karton kutular değil, özgürce yaşayabilecekleri
doğal yaşam alanlarıdır. Anne-babalarının yanlarıdır, öyle değil mi Bengü?’
diyoruz. O da bizi başıyla onaylıyor. O sırada marul saçlarındaki bukleler
alnına dökülüp tatlı tatlı dalgalanmaya başlıyor ve biz o buklelerin her bir
teline sevgimizi düğümlüyoruz eşimle. Gurur duyuyoruz küçük
civcivimizle…