CİVCİVLİ BİR GÜN

0


Anne Bebek Dergisi Ekim Sayısı Öyküsü


Merhabalar,

Anne Bebek Dergisi'nin Ekim sayısı için hazırladığım eğlenceli içerikle baş başa bırakıyorum sizleri.

Yıldızlı sevgilerimle...


CİVCİVLİ BİR GÜN

Eşim, hafta sonu iş gezisine gittiği için kızım Bengü’yle ben ilgileniyorum. Mutfakta pür telaş baba-kız kahvaltısı hazırlıyorum. Bengü ise oyuncaklarını yere sermiş oyunlar oynuyor, kendi lisanınca şarkılar söylüyor. Şarkı söylemek dâhil pek çok özelliğini annesinden almış. İkisi de marul saçlı, ikisi de pembe yanaklı, çok meraklılar, laf aramızda biraz da gevezeler. Kızımın sabahtan beri  mırıldandığı çocuk şarkısı en nihayetinde benim de dilime dolanıyor. Akort tutmayan seslerimizle söylemeye çalışıyoruz beraber:

 

Yağ satarım

Bal satarım

Ustam Ölmüş

Ben satarım…”

 

Ezgisini değiştirip yeni bir beste yapmaya çalışan Bengü benim de kafamı karıştırıyor. Orijinal haline döndürmeye çalıştığım sırada birdenbire şarkıyı yarıda kesip soruyor kızım:

 

Babaaaaa, usta neden ölmüş?

Hastalanmış mı? Üşütüklenmiş mi?

Balcılar da ölür mu?

Hani bal çok faydalıydı?

Peki, ustayı kim satmış? 

 

Beyin yakan bu soruların önce hangisini cevaplamam gerektiğini düşünemeden “Bilmem ki güzel evladım, bu sadece bir şarkı. Ayrıca ölen ustasını değil, yağı ve balı sattığını söylüyor.

 

- Kim söylüyor?

 

- Sanırım ustanın çırağı.

 

- Çırak ne demek baba?

 

- Çırak; ustasının yaptığı işi öğrenmeye çalışan genç insan demek.

 

- Peki çıngırak sonra ne yapmış baba?

 

- Çıngırak değil, Bengücüğüm, çırak, çırak. Hahhaaa, komikliğin üzerinde yine.

 

- “Hımmm, komiklikli, tekerlekli bir şarkı değil mi bu?”

 

- “İlahi çocuk, tekerlekli değil, tekerlemeli; komiklikli değil komik şarkılardan bu…”

 

Sorulardan fırsat buldukça işime odaklanmaya çalışıyorum. Ama ne mümkün!

 

- Peki usta iyileşmiş mi baba? Yeniden yağ, bal satmış mı? Kahvaltıda en sevdiklerim onlar çünkü.”

 

- Evet elbette iyileşmiş. Sen bizim kahvaltıda hiç yağsız, balsız kaldığımızı gördün mü?”

 

‘Aynı anası kılıklı. Usta ölmüş bizimki yağ, bal derdinde,’ diye geçiriyorum içimden.

 

Şarkıya devam ediyor Bengü,

 

- Ustamın kürkü sarıdııııır, Satsam on beş liradıııııır. Babaaaa, ustanın kürkü neden sarıdır? Ustalar hep sarı kürk mü giyer? Kürk nasıl bir şeydir?”

 

‘Haycan dostu olduğumuz için kürkün ne olduğunu bilmiyor tabi yavrucak.’

 

Bu sorulara nasıl cevap vereceğimi düşünüp duruyorken çalan zil imdadıma yetişiyor. Kapıya doğru giderken ‘ölmüş ustanın kürkünü on beş liraya satan şerefsiz çırağı’ düşünüyorum bir yandan. Kilidi çevirip “Hoş geldin Şukufe teyze”, diyorum. “Sabah sabah seni eşim mi tembihledi, bizi kolaçan et diye.” Her ne kadar “Yoooo” dese de elinde getirdiği ev yapımı sıcak poğaçadan anlıyorum zaar. Pek ala denetime gelmiş. Bengü’nün en sevdiği zeytinli poğaça işte elindeki. Yeteneğimin sınandığını görmezden gelip “Buyur, geç” diyorum içeriye. O da hiç sektirmeden dalıyor zaten.

 

Mutfağa girer girmez, “Çocuğu taşa mı oturttun Semih Bey?” diyor. “Karnı ağrır sabinin.” İlk eksiyi aldık bile. Sonra tezgâha yanaşıyor. Yıkadığım çeri domatesleri gözlüğünü takarak tek tek inceliyor. “Bu yaramaz at, bu yaramaz at, bu da, bu da, bu da, at, at, at, at…” Tabağı tamamen boşalttıktan sonra gözlüklerini indirip gözüme bakıyor, o bakışlar ki sayfalarca söze bedel. Aldık mı ikinci eksiyi!

 

“Ne içecek bu çocuk, demli çay mı?” diye soruyor ocakta fokurdayan çaydanlığa yanaşarak. “Bir bardak ılık süte kıran mı girdi evladım?” Sütü benden önce çıkarıp ısıtıyor. Getirdiği poğaça tabağı ile birlikte Bengü’nün önüne koyuyor. Bengü yağ ve bal da isteyince “onu da sen çıkar koy, ben çok yoruldum” deyip kapıya yöneliyor. Görevini layığı ile yerine getirmiş başkumandan edasıyla çıkıyor evden. Bakalım eşime neler neler anlatacak?

 

O gider gitmez yapıştırıyor Bengü:

 

- Kıran nedir babacığım? Süte neden girer? Benim sütümde de var mı? Sütümü kırarsa içmem ben.

 

- Yok evladım,” diyorum. Minnacık çocuğa “kıran”ı nasıl anlatabilirim acaba diye düşünmeye başlıyorum. ‘Ah Şukufe teyze, gel de izah et şimdi kullandığın kelimenin anlamını’ diye söyleniyorum içimden.

 

Kahvaltı sona erdiğinde “Baba pazara gidebilir miyiz?” diye soruyor Bengü? “Hayırdır Bengü?” diyerek şaşkınlıkla yüzüne bakıyorum. “Hayır” diyeceğini biliyordum zaten deyip, başlıyor yaygaraya. “Yok yok o anlamda demedim. Hayırdır derken, neden acaba demek istedim” diye düzeltiyorum kendimi.

 

‘Yüce Rabbim kadınlarla anlaşmak ne kadar da zor. Yedisinde neyse yetmişinde de aynılar işte.’

 

“Pazardan ne almak istiyorsun hanım abla? Beş kilo patates, iki kilo domates mi? ” diye alaycı bir kibarlıkla soruyorum Bengü’ye.

 

“Tavuk kızı” diye cevap veriyor Bengü.

 

“Tavuk kızı mı?” diye gülümseyerek soruyorum. “Canın piliç mi yemek istedi senin?”

 

“Baba Ebru’nun beş tane tavuk kızı var. Onları balkonda besliyor,” deyince ben ancak ayılıyorum. “Sen civciv demek istiyorsun yaniiiii,” diye şaşkınlığımı dile getiriyorum. “Ama biz tavuk kızlarına bakamayız ki Bengü’cüğüm. Onlar ancak anne babalarının yanında mutlu olurlar. Ailelerinden ayrılsınlar istemezsin öyle değil mi?” diye soruyorum. “O zaman anneleri, babaları da gelsin” diyor. “Yok artık, yedi göbek sülaleleri de gelsin istersen, oldu olacak tavuk çiftliği kurar, hep beraber gıdaklayıp gideriz, bir tavuk kızlarımız eksikti zaten...” diyorum. O inat ederken isteğini unutturmanın yollarını düşünüyorum bir yandan. Dikkatini dağıtmak için “Hadi gel parka gidelim” diyorum. O an sevinçle el çırpıyor, ne tavuk kızı kalıyor aklında, ne anası, ne danası.

 

Parkta iyice yorgun düşen kızımı eve götürüp uyutmaya niyetlenmem, azalan neşemi yerine getiriyor. Fakat işler hiç de umduğum gibi gitmiyor. Eve girip elimizi yüzümüzü yıkar yıkamaz kapı çalıyor. Bir de ne görelim; Ebru tavuk kızlarını karton kutuya doldurup bize getirmiş. Aman Allah’ım… Ortalık aniden şenleniyor. Bana nahoş, kızıma pek hoş gelen bu sürprizin önünde duramıyor, onları gönülsüzce de olsa odalarına uğurluyorum. İçeriden gelen seslere bakılırsa kız kıza çok eğleniyorlar.

 

Çok geçmeden kapı zili tekrar çalıyor. Şukufe teyze, devriye polisi gibi tekrar karşıma çıkıyor. Şaşırma yetimi tümden kaybettiren genç ruhlu yaşlı komşum, elindeki limonata sürahisini bana doğru uzatıp kararlı bir şekilde içeri giriyor. Çığlık ve gülüşme seslerini takip ederek kızların arasına karışıyor. Hah, işte bütün kızlar toplandı, parti esas şimdi başlıyor. Ben ise tamamen saf dışı bırakılıyorum. Parktan getirdiğimiz kirli topu yıkamak üzere banyoya gidiyorum. Teftişten korktuğum için etrafı biraz toparlamaya çalışıyorum. Dakikalar sonra lütfedip partiye çağırıyorlar beni. Sevinçle yerimden fırlayıp kızların odasına gidiyorum. Fakat anlıyorum ki davet edilme sebebim bambaşka; tavuk kızlarının etrafa bıraktığı pislikleri temizlemem için teşrif buyurmuşum meğer. Şukufe teyze ıslak mendil paketini bana doğru uzatarak “ay bu kızlar beni çok yordu” deyip fırlıyor evden. Tam olarak hangi kızları kastettiğini pek anlayamıyorum. Dakika sektirmeden eşime telefon edeceğini adım gibi biliyorum. ‘Senin evde parti vardı, inan kızlardan daha çok eğlendim mi der, yoksa civcivler evini mahvetti, koş gel mi’ der orasından pek emin değilim.

 

Bütün gece rüyamda Ebru ve Ebru’nun tavuk kızları, mevcut civcivlerin en kartı Şukufe ajanı ile cebelleşip duruyorum. Neyse ki eşim yarın geliyor. Öğle saatlerine doğru Bengü ile birlikte havaalanına onu karşılamaya gidiyoruz. Uçak rötarsız bir şekilde yere iniyor ve özlemle beklenen ana-kız kavuşması gerçekleşiyor.

 

“Anne bana ne getirdin?” diyerek ilk sorusunu soruyor Bengü.

 

Annesi ise “oyuncak paketi bavulun içinde Bengücüğüm, evde açınca görürsün, söylersem sürprizi bozulur” diyor.

 

Eve girer girmez Bengü hediye paketini tekrar soruyor. Valiz açılıyor, paketin kırmızı kurdelesi çözülüyor. İçinden ne çıkıyor acaba? Kurmalı bir anne tavuk ve badi badi yürüyerek onu takip eden boy boy, yavru civcivler. Neyse ki bunlar yere pislemiyor.

 

Eşim çocuğumun sevincini görünce ona verdiğim küçük tüyo için bana sevgi dolu gözlerle bakıyor. Böylece balkonda tavuk kızı besleme macerasını Ebru’nun bir sonraki ziyaretine kadar başarıyla savuşturmuş oluyoruz. Oyuncak tavuk kızları halının üzerinde gezinirken canlı civcivlerden bahsediyoruz kızımıza. ‘Onların en mutlu olduğu yer apartman katlarındaki beton balkonlar, karton kutular değil, özgürce yaşayabilecekleri doğal yaşam alanlarıdır. Anne-babalarının yanlarıdır, öyle değil mi Bengü?’ diyoruz. O da bizi başıyla onaylıyor. O sırada marul saçlarındaki bukleler alnına dökülüp tatlı tatlı dalgalanmaya başlıyor ve biz o buklelerin her bir teline sevgimizi düğümlüyoruz eşimle. Gurur duyuyoruz küçük civcivimizle…    


Ekim Sayısı




 

Yorum Gönder

0 Yorumlar
Yorum Gönder (0)
Üst